3/28/2010

babama baba diyesin, anama ana diyesin

9

bu görüntü pskolojimi hırpalıyor bilög. resmen ugly truth t-shirt'ü gibi bir şey. bu adamı da nikah masasına oturttular ya helal olsun. fotoğraftan da anlaşılacağı üzere kaan kendi düğüne katlanabilmek için kafası bir milyon gelmiş. ama ona rağmen suratından mutsuzluk akıyor. müstakbel karısının gelinliğine bakarsak hep beraber, mutsuzluğunun sebebi çok da anlamsız değil. o ne biçim gelinlik yahu. zevksizliğinden gözlerim felç oldu. gelin ve damadı alkışlıyoruz. bir yastıkta kocasınlar inşallah.
-çok saalun!
mesela diyelim benim kızım seçkin. alıyor damat diye kaan tangöze'yi getiriyor. ne kadar ılımlı bakabilirim bilmiyorum. aslında kaan'la kişisel bir sorunum olduğundan değil de ne bileyim. yahu adam duman grubunun solisti ötesi var mı? bu adamla ilerde şeker bayramı, kurban bayramı falan kutlayacağız. damadım sonuçta. beraber oturup kavurma yiyeceğiz. kaan tangöze ile kavurma yemek. fonda, hangi oje yakışmaz ki kız sana; ver ayağı bana. sonra torunlarımın babası olacak. oha nasıl bir anda bayramlara sağdık bir baba olacağıma dair imaj çizdim. bir an şaşırdım.

Chicago

0

nine'ın ardından gaza gelip chicago' yu bir kez daha izledim. bir kez daha eğlendim. bugüne kadar oscar almış filmler içinde en hak edenlerinden biri olduğunu düşündüm tekrar. bir de bu filmin sürekli karşılaştırıldığı moulin rouge'dan bir kaç gömlek üstün olduğunu düşünmüşümdür hep. müzikal kısımlar ile gerçek hayattaki geçişler muntazam. en favori sahnem de, avukat billy flynn komutasında yönetilen roxie' nin inanılmaz derecede akıllı bir şekilde anlatıldığı "we both reached for the gun". cümlenin dile dolanmaması elde değil.

bir diğer kısım da 6 bayan mahkumun, neden hapse girdiklerini anlattığı kısım. "pop. 6. squish. uh-uh. cicero. lipschitz." evet kızlar emin olun bahaneleriniz çok geçerli. ben de olsam hepsini öldürürdüm.
gerçekten de defalarca, yıllarca izlenesi.

.

1

hayır google chrome, benim için herhangi bir sayfayı çevir istemiyorum. hepsini orijinal dilinde istiyorum. çeviri istemediğimi neden kabullenemiyorsun?!

3/26/2010

dizi muhafazakarı

0

itiraf ediyorum ben bir dizi muhafazakarıyım. izlediğim şeye o kadar kitleniyorum ki, o işin içindeki insanların sonradan yaptıkları işlere alışmam uzun zaman alıyor. örnekler üzerinden açıklayacağım bunu. şimdi bu nerden mi çıktı? bugün dexter izliyorum, dexter'in kız arkadaşının eski kocası hapisteydi. adam sen hapisten gel, bir de üstüne bizim jacob çık. olacak iş değil. tam da ben bugün lost'un 6. sezon 9. bölümüne vurulmuşken. jacob lost' ta almış başını gidiyor, sonra o adam gelsin dexter' da bu hallere düşsün.bu adam benim jacob' um gerisini bilmem --bu arada şarap&mantar hikayesi çok iyiydi be--
bu da dexter' daki olmamış koca
şimdi bir süredir dexter'i izliyorum ama nedense diziye tutku ile bağlanamıyorum. aslında karakter analizi falan oldukça başarılı dizi ve bir süre sonra seveceğimden emin olduğum için ısrarla izlemeye devam ettim. çünkü gerçekten güvendiğim sağlam kaynaklardan aşırı gaz övgüler almıştım. neyse neden tam olarak bağlanamıyorum derken asıl cevap aklıma geliverdi. cevap: dexter himself yani, michael c.hall. o benim için David Fisher. sorunlu mu sorunlu, naif mi naif, kaprisli mi kaprisli bir david oğlan. ben fisher ailesinin yaşadığına o kadar canı gönülden inanıyorum ki, adam ağzıyla kuş tutsa dexter olamıyor gözümde. konunun yetenekle alakası olmadığını kesinlikle vurgulamak isterim.
dexter fisher
eminim ki önce dexter' ı izleseydim, david fisher çok daha abes gelicekti bana. bir seri katilden sonra, kırılgan bir eşcinsel adam.
aslında yazılan dizi karakteri ne kadar güçlüyse, ne kadar farklıysa ve detaylarla bezenmişse bu özelliğim çok depreşiyor. yoksa bir çoğu bir çok dizide görünüyor aslında. bu özellikte son örneğim ise; nip/tuck'dan christian troy.
christian'ın da normal hayatta yaşadığı su götürmez bir gerçek benim için. sonradan yok efendim fantastic four'muş yok işte sandra bullock'la bir filmmiş falan gerisi hikaye. bu adam zevk düşkünü, gerektiği zaman çıkarıp masaya koyar bir abimiz. yapacak bir şey yok.

3/23/2010

azimsiz ama istekli

0

N: Beni inceleyeme alcaklarmış.
İnan: Kimler?
N: Tembellik geni üzerine çalışan bilim adamları.
İ:sdjasdkljasdklas
N: Sence ben tembel miyim?
İ: Tembel demeyelim de, azimsiz diyelim..
N: Gel sen de gel, naif omuzlarıma yüklen. Azimsiz ha?!
İ: Ya istekli ama azimsiz.

ders olmasın da ne olsun diye uğraşırken dedim biraz bilgisayarımı düzenleyeyim. anam neler çıktı. bu ne ya?! bir insan bunu niye saklar, silmez.
olabilecek en uç şeylerden biri budur heralde. zamanında arkadaşın, oğulcan' ın oynadığı lays reklamı üzerine tweeter'da yazdığı yorumdan sonra google'da bulduğum bu nadide eser. adeta bir dokumentıri tadında. o zaman arkadaşım, çocuğun tam adını, yani oğulcan engin' i bilmem üzerine şaşkınlık yaşamıştı. gereksiz bilgilerin hafızamda yer etmesi sorunsalına bir örnek daha. ama şimdi bu çocuğa üzülmemek de içten değil. sen o kadar pahalı, dünyada tek tük bulunan arabaları kullan, para içinde cirit at ama annen seda sayan olsun. şimdi sonuçta annedir, benim de annelere zaafım vardır kıyamam ayrı konu ama; nihat doğan veya mahsun kırmızıgül ile çıkan bir annem olsun istemezdim. kadının çocuğunu emanet ettiği insana bakın. sevda demirel. bu kadın o çocuğu yer be. kemiklerini bulamazsın geriye. zaza enden'le falan çıktı bu kadın. o derece yani. neyse yea.
bugün derste ( evet yine architecture,cities and cinema), resmen bir deneye tabi tutulduk. casablanca'yı izleyeceğimizi öğrendiğimde mutlu oldum; ama yaşayacaklarımdan habersizdim. filme başladık. lakin altyazı yoktu. ingilizce alt yazı bile. filmin sesini zar zor duyarken, zaten jet gibi ve aksanlı konuşan heriflerin dilini katiyen anlayamadık ve filmden kopuş daha başında yaşandı. süprizler bununla sınırlı değildi ama, bilgisayardan 5 dakikada 1, alarm sesine yakın bir ses geliyordu ve bunun yanı sıra film 20 dakikalık periyotlarla takılıyordu. ve her 20 dakika geçişinde , 25 dakika öncesine alınan filmin o aradaki kesişim kümesinde yer alan 5 dakikalık kısmı tekrar tekrar izliyorduk. evet o salondaki yaklaşık 45 kadar insanın, yılların kült filmi casablanca' dan nefret etmesi için her türlü ortam sağlanmıştı. bir daha kimse cesaret edip de izleyemez heralde, sanmıyorum.

hadsiz neskafe

1

hayatıma gireli 3 saat olmuştu. o zamana kadar çalışmayı hep ertelemiş ve ertelemiştim. olmayacak işler yapmıştım. tam çalışmaya oturmuştum ki, hay aksi bu sefer de uykum gelmişti. dedim bir kahve içeyim uykumu açsın. içtim de. kısmet ve tesadüf bu ki, kahveyi içmemin üstüne geçen 1 saatlik dilimde çalışmam bitiverdi. yine ilgim dağılmış, kendimi saçma sapan insan profillerinde bulmuştum ki dedim yatayım. bu çalışmadan hayır gelmez. dedim şimdi uyuyim sabah erken kalkar çalışırım. 3.30 sıralarında yatağa girmiştim. o da neyin nesiydi?! dönüyor dönüyor ama bir türlü uykuya erişemiyordum. köşesinden hunharca ve köşegenler doğrultusunda yırtıp açtığım poşetin hınzır gülüşü gözümün önünde canlanıyor gibiydi. uyuyabilmem için önümde duran sayılı saatler vardı ve neskafe görevini çok yanlış anlamıştı. oysa uykumu yalnızca gerekli zaman dilimi kadar kaçırması gerekiyordu. bu sefer de olmamış, zamanlamayı tuturamamıştım.

merhaba uykusuz gece, merhaba başarısız vize.

gece gece bu yazının anlatım dili neye benzedi diye düşünüyorum şimdi de.

3/22/2010

başlık bilemedim

0

-üniversite 3'e gelmişsin, devamsızlık yaptığın gün iç sıkılması vicdan azabı falan yapmak nedir ya?! bırak. bütün gün bir iç sıkıntısı, bir iç sıkıntısı ki sorma. dedim sonunda yok böyle olmayacak, ben çıkıyorum. depresyonlu kadınlar gibi kuaförde buldum kendimi. uzun süredir aynı yere gittiğim için, az biraz muabbetimiz var artık. dedi hayırdır sıkıntılı görünüyorsun. işte yine aynı sıkıntı başladı. şimdi sıkıntının neresinden başlayayım da anlatayım benim canım kuaförüm. o araya nasıl sıkıştırayım. gelecek kaygım var mı diyeyim yoksa yurt dışına gitmek istediğimden ama tam olarak ne yapmam gerektiğini bilmediğimden mi bahsedeyim ya da bir yandan okuldan çok sıkılmışken diğer yandan hiç de bitmesini istemediğimden mi bahsedeyim. bunları düşünürken okulla mı ilgili dedi, hee dedim ben de. neyse ki uzatmadı.

-o değil de, kuaförde saçım yıkanırken o kadar mutlu oluyorum ki anlatamam.

-bugün cevahir'de şeyma 75'i gördüm. gidip de imza istedim. kasket ve gözlük takmak istediğimi söyledim, tamam dedi. altta olmam yalnız dedim. yok yok, şaka. dünkü sarma muabbetinin üstünü şeyma' yı görmek ilginçti sadece. bunlar da aklıma gelenler.

-yalnız yemek yemek nedir allah aşkına ya. resmen nefret ediyorum. yalnız olmayı çoğun zaman oldukça sevsem de yemek yerken olmuyor, olamıyor.

-şimdi diyelim mcdonald's ya da kfc'ye yemek yemeye gittiniz. bir tepsi, üstünde naylonumsu bir kağıt. soslar kutuda verilmediği için, o kağıdın üstüne dökmek zorundasınız. o kağıtın, sos dökülen kısmı patatesinizi bandırdıkça ve sos azaldıkça böyle bir kendinden geçiyor kabarıyor ve buruşuyor ya; her seferinde o görüntü bana feci derecede itici geliyor. en az, sosun elinizle osmos ilişkisine girip de elinizi buruşturmaya başlaması kadar itici.

-nazım kot pantolon alamasın kampanyası tam gaz devam etmekte. yaklaşık iki yıldır, aynı kotla yaşamak zorundayım çünkü yenisini bulamıyorum. burdan yetkilelere seslenmek istiyorum. yok yok lan ne yetkilisi, böyle açık renk ve çok kalın olmayan kot görürseniz bir haber edin be hacı. hacı?!

3/21/2010

ada ben sarma istiyorum

3


arkadaşın annesi sarma yapıp göndermiş sağolsun. bu sarmayı tüm adalara ve kendini ada hissedenlere armağan etmek istiyorum. bizde meyve suyu kalmamış, siz yanından eksik etmeyin.

leo

1

-özge özberk' in kızı olmuş. kendisi de kocası da aslan burcu olduğu için adını leo koymuşlar. işte bir başka ' götüm' vakası ile karşı karşıyayız. allahım böyle bir çıkarım yok bence. proje derslerinde hocaların " bunun tasarımı neden böyle, başka türlü olamaz mıydı?" sorusu karşında, götünden şurdan şurdan yola çıktım diye uyrurarak anı kurtaran mimarlık öğrencisinin halini anımsatıyor bana. e madem aslan goyaydınız, aslanım. şimdi bu mantıkla ben de yengeç bir hatun insanla hayatımı birleştirsem, işler gerçekten çığrından çıksa ve çocuk yapmaya karar versek adını cancer mi koyacağız bu mantıkla? bence hiç hoş olmaz, keşke ben de aslan olaymışım. lio böyle, havalı.

-taksiye bindiğim andan itibaren gözümü taksimetreden ayıramıyorum. yapacak bir şey yok. çünkü duvar yazısında da dendiği gibi; "parayı sevmiyorum ama, sinirlerime iyi geliyor. "
bir de şimdi o taksimetre olayını dikiz aynasına koymuşlar. çok şekil olmuş, çok orijinal olmuş. hem taksimetrenin aşağıda durduğu anlar gibi, taksimetreye baktığın anlaşılmıyor. ben aslında arkadaki arkadaşa bakıyorum şeklinde oradaki cellatı gözleyebiliyorsun.

öte yandan da taksiciyle muabbeti girmeyi aslında hiç sevmiyorum. o çok yüzeysel kalan muabbet aslında hiç başlamasın istiyorum. bazen yakınımdaki insanlara bile bir şeyi anlatırken, yaşadığım şeyin karşımdakine aynı etkiyle geçmeyeceği düşüncesi ile anlatmak istemezken o bir kaç dakikalık sığ muabbet tabi ki daha zor geliyor. halbuki ben ciddi anlamda şehir romantiğiyim ( bkz: buket uzuner ) . taksiciyle olsun, çaycıyla olsun sohbet etmem; vapurda illa ki çay içmem ya da martılara simit atmam lazım. ama gel gör ki bu muabbet beni kasıyor.

work and travel dönüşünde de çok yoğun yaşamıştım bunu. ordaki yaşadığım onca şeyin yanında anlatabildiklerim bit kadardı. neden öyleydi bilmiyorum. işte gezdik, hamburger falan. kaktüs vardı. akşam serinliği bile yoktu ağğbi sen düşünden öteye gidemeyen şeyler geliyordu aklıma. halbuki orda golf sahasında burnuma barbunya kokusu geldiğini falan iddia ettiğim günler olmuştu ya da bir tabak bulgur pilavı ve bir bardak ayranın bile ne kadar kıymetli olduğu gibi abuk derecede mikro detaylar hakkında düşündüğüm.. aslında üşengeç değilim vallahi bence bunun açıklaması anca lise felsefe dersinden hatırladığım cümlelerden biri olan "hiçbir şey bilinemez, bilinse bile anlatılamaz; anlatılsa bile bir başkasına aktarılamaz" ile açıklanabilir. ya gittik işte, böyle okyanus vardı. yapış yapış meksikalılar falan öyle işte. o yüzden şimdi erasmustaki insanları darlamıyorum anlat anlat anlat diye. anlatsalar bayıla bayıla dinlerim o ayrı.

-tumblr diye bir başka blog oluşumu var. belki denk gelmişsinizdir. tasarımlarla olsun, mucitlerle olsun tek bir site ( yargıcı,09). bu sitede çok sanatçı insanlar var. böyle bir fotoğraf koyuyorlar. genelde de fotoğraflar böyle aşırı soyut oluyor. mesela bilemedim işte baya soyut. ve altına ingilizce bir şeyler yazıyorlar. ama ben bakıyorum ve o fotoğrafla altındaki yazı hakkında hiçbir bağ kuramıyorum. elbette onlar için bir anlamı vardır, ya da ne bileyim olmasını çok istiyorlardır da aslında sadece şekildir. bence işte o tumblr'lar sadece şekil. ya da ben fesadım, bilemem.

- şimdi olur da bir gün hapise düşersem ( töbe bismillah) , ne deniz olarak girip okyanus olarak çıkabilirim ne de doğuş gibi kafam küçücük kalacak kadar kaslı bir insana dönüşebilirim. eminim ki ordaki bütün zamanımı, bunu hak edecek naptım? düşüncesiyle kavrulup tüketirim. bu yönümle çok uğraşılan biriyim çünkü. son zamanlarda değil de lisede falan, baya sanki her şeyin hak edişe göre yaşandığı inancına sahip olarak yaşamış insanım. işler öyle yürümüyor o ayrı.

-dip not: pek sevgili blog severler. hepinizi çok seviyorum. ama arada blogunu ihmal ediyorsun ya da eskisi kadar komik şeyler yazmıyorsun deyince içim bir fena oluyor. gönül ister ki her gün ayrı çılgınlıklar yaşayayayım ayrı absürdlükler gözlemleyeyim de gelip hemen burda gömeyim hep beraber gülelim. ama ihmal gibi şeyler duyunca, burası bana görevmiş gibi gelmeye başlıyor. ama değil, değil mi? stay tunned, xoxo, dans pisti itirafçısı..

3/19/2010

.

1

kulak memesi kıvamı kavramını bulan insanı çoo..ok uzaktan hayranlıkla anıyorum. çok başka bir insan o. çok başka bir hayat yetisi, gelecek görüşü, üç boyutlu bir zeka.

3/17/2010

artiz mi ne artizi? artiz ne arar la bazzarda

0


çok çok fazla gülüyorum. yurdum insanının röportajdan önce mikrofona bakma hastalığına bayılıyorum yahu. spikerle iletişim mükemmel. amcamın -senden önce, senden sonra- gözlükleri ayrı mükemmel.

fulya > manhattan

1

bugün okuldan dönüyorum. biraz erken çıktığım zaman bizim ordaki bir lisenin çıkışına denk geliyorum genelde. ama böyle heriflerin kızların hepsi bildiğin kocaman. ne hormonlu nesilmiş anacım bilemedim. neyse cevahir' in yanından yürüyorum anam bir de ne göreyim. böyle bir grup lise genci 2-3 erkek gerisi kız. çember oluşturmuşlar ve ortalarına doğru iki kız durmakta ve french kiss yapmaktaydılar. kalanlar da onları izliyordu. ben bakınca da garip olanın ben olduğuma dair bakışlar yolladılar. valla mms kullanan bir insan olsaydım, bu anın fotosunu çekip gossip girl' e yollardım biz burda fulya semti olarak bir çok şeyde manhattan' dan daha aşmış durumdayız; siz aranızda çeşitli kombinasyonlar yapadurun diyerekten.

reenkarnasyon

1

o kadar az enerjim var ki, tembel hayvan gibi günde en fazla 8 metre yer değiştirebilirmişim gibi hissediyorum. şimdi bir ara reenkarnasyon üzerine şöyle bir geyiğimiz vardı. bir rivayete göre, diyelim ki bir hayat yaşıyorsun. bu hayat içinde, başka insanların ya da canlıların diyelim en çok neyini kınadıysan, üzdüysen; bir sonraki yaşamında o özelliğine sahip oluyorsun. zamanında bunun üzerine geyik döndürmenin suyunu çıkarmıştık. şimdi enerjimin çok azaldığı bu günlerde diyorum ki, acaba ben de bir önceki hayatımda tembel hayvanlara bakıp bakıp üf ne tembelsiniz pisler diyerekten kalplerini mi kırdım?! bence çok olası. tanrım, cezalandırılıyorum.

*reenkarnasyona, rejenerasyon yazmışım hiç uyarmıyorsun blog. çok ayıp

3/16/2010

Nine/ Dokuz

1

sonunda nine' ı izledim. hayatımdaki insanların pek bir meşgul olmalarından kelli, bir türlü gidemediğim gidemedikçe de salyalarımın daha çok aktığı filmdi. evet; olayı tek başına sinemaya gidecek boyutta yalnızlığa taşımadım, henüz değil. chicago, en sevdiğim filmlerden biri. chicago' nun yönetmeni rob marshall'ın nine' ı da yönetmiş olması, filmin çılgın oyun kadrosuna ek bir artıydı benim için. o kadar güzel ve başarılı kadınları bir müzikalde izlemek. filmin fellini ve 8½ ile ilişki içinde olması onu tekrar hatırlatması da ayrı bir husus.


filmle ilgili değinmek istediğim; fergie, kendisinden hiç beklemediğim derecede, kelimenin tam anlamıyla yardırıyor ki bana kalırsa filmin en başarılı müzikal performansı. BE ITALIAN diye gezebilirim bir süre ortalıkta.

kızlar, her ne kadar sizi anlamasam da penelope antipatisine sahipsiniz; ama kadın kelimenin tek anlamıyla yanıyor.

marion cotillard, seni aldatan insan değildir tatlım. dünyanın en ünlü yönetmeni olsa bile. bir nevi tasarımcı ya o, ondan bunların hepsi ayrı bir tripte oluyorlar. ( filmde yönetmen, kadınlara çok düşkündür ve onlardan beslenmektedir hatta karısı(lucia) ile de bir film setinde tanışmışlardır. karısının güzelliğine hayran kalır ve sadece bunun için teşekkür eder. lucia kendisini çok özel hisseder. tabi kim hissetmez. sonrasında bunun, kendisine özel bir şey olmadığını kocasının kadınlardan ilham aldığı gerçekliği ile yüzleşmek zorunda kalır. işin acı yanı, başka bir filmin seçmesinde kocasının başka bir aktriste de aynı kendisine davrandığı gibi davrandığını görerek öğrenmesidir. ) bunun üzerine artık yürütemeyeceğini kabullenen lucia' nın kocasına dediklerini çok etkileyiciydi.
-sen aç gözlüsün, her şeyi alıyorsun. almasan ölürdün zaten. yaratmanı buna borçlusun. bende ise verecek bir şey kalmadı. ( I am empty)
sadece şunu demek istedim orada lucia'ya. ah be güzelim, sen adamın ne bok olduğunu o zaman da gayet iyi biliyordun. değişmeyeceğini de. ama işte bazen hata yapmadan öğrenilmiyor.

son olarak nicole kidman, nedense bu filmin en zayıf halkasıydı bence. 97 yaşındaki sophia loren bile ondan daha doğal duruyordu.

3/15/2010

aforoz '10, cahil cesareti

0

serdarjığımın çok talihsiz beyanını yeni dinledim ve izledim. kendisinden ölümüne tiksinmekteydim ki meğersem acınası haldeymiş. haiti' deki insanlara neden yardım edildiğinden dert yanıyor. işte efendim, hayvanları koruma derneklerine niye öncelik verildiğinden yakınıyor falan. allahım, bu ne dar bir beyindir. serdar, tahminimden de büyük at gözlüklerin varmış tatlım. zamanında, "zaten 7 nota var; en fazla ne kadar farklı beste yapılabilir ki?!" dediğinde fazlasıyla açık vermiştin ama hiç bu kadar sıvazladığın olmamıştı be yahu. şimdi adam karısını neden dövüyor? çünkü aç, stresli. adama ekmek imkanı tanıyalım ki karısını dövmesin diyor. ba ba ba ba ( evet tamer karadağlı tepkisi, hem de çok içten) kadına şiddete çözüme gelin. kendi halkımızı kaldındıralım diyor. facebook' ta da toki' nin fanı olmuş sanırsam. toki oraya ev yapacak diyor. elazığ' a diyor. blogumda serdar ortaç'dan bahsetmeyi hiç istemezdim ya. püf pişman oldum. serdar kendine bi romiyo bulsun bence.

aforoz '9, ortaya

0

iki sevgili ayrılınca, arkadaşları da otamatikman ayrılmış mı oluyor yani. bırakalım bu küçük hesapları lütfen. blog izlemeyi durduracak kadar ileri götürmeler falan. tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış. tamam bir şeyler artık bir zaman sonra sana hitap etmeyebilir, ama zamanlama. önemli.

aforoz '8

0

bu adam kızını da alıp gitsin bence artık. finlandiya' ya yerleşsin, güneşler görmesin. babanız olsa yapmaz türevleri şeklindeki kampanyaları da yapamasın reklamcılar.

3/14/2010

Field of Dreams/ Düşler Tarlası

0

"if you build it, he will come"

O kadar fantastik bir duygusallığa ihtiyacım varmış ki, bu film beni duygusal hezeyanlara sürükledi. bu filme dikkatimi çeken how I met your mother sağolsun.

3/13/2010

17

1

teoman' ın 17 albümünü o kadar iyi biliyorum ki, o kadar olur. resmen herhangi bir şarkının bir yerinden girip devam edebilirim rahatça. herhangi bir cümlesini, normal hayat akışında aralara serpiştirebilirim. (yapmadım değil)
- bir takım arkadaşlar: bu insanlar nereye koşuyor böyle?
-nazım: mutlu yarına!
(şarkıyı hatırlayanlarınızı teker teker öptüm)
kelimeleri beynime kazınmış adeta. hatırlıyorum 6. sınıfın yazında o kadar çok dinlemiştim ki artık abartıp arabaya da götürmüştüm. ve annemlere de kusturuna kadar dinletmiştim. annemler sözleri çok saçma buluyorlardı bazen. bense öyle değil ya öyle değil diye içten içten ergensel kızışlar yaşıyordum. teoman' ın on yedi albümünün üzerinden hayatı çözmüş triplerle.

..trafikte akmayan, hep onun şeridiyken; söylediği son şarkı elveda zalim dünyaymış.. ( pink floyd göndermesi de yerinde)

3/12/2010

you've been a very very bad girl, ga-gah

5


6.45 dolaylarında lady gaga' yı lerzan mutlu'ya benzettim. gaga yine yapmış yapacağını. adeta bir tarantino kısa filmi tadında, bound senaryosu. sigaralardan gözlüğü sevdim. sarı saç-siyah kaş. o ye that's madonna shit.

3/11/2010

hakan

2

işte street fighter' ın yeni karakteri gururumuz; hakan. hakan bir pehlivan ve oldukça kaygan bir dövüşçü. kendini sık sık yağlıyor. göbeğinin üstünde kayıyor ve rakibini yağlı kolları arasında sıkıp göğe fırlatıyor-muş. şaşordom vallahi gece gece. oldukça kaygan bir dövüşçüymüş. allahım aklıma kötü kötü şeyler geliyor, töbe bism..

roman holiday

4

her şey architecture, cities and sinema dersinde bu filmi izlemizle başladı. o günden beri, içimdeki audrey hepburn sevgisi dağları aştı. aşk filmi olacaksa da böyle olsun dedirtti. son sahnede de saf gibi, audrey geri gelsin o uzun heybetli koridordan diye beklettirdi.

turkish arock

2

yurdum rock' çısı muse' den arak olmayan tınılar kullanmadan müzik yapmayı ne zaman deneyecek allasen?! nedir o '' we could be the same'' . baştaki kemanları hoop indirmişler muse' dan. zaten o türk ezgileri katma zorunluluğuna ayrı kılım. illa darbuka mı bu ülkenin ezgisi. erovizyon için olabilecek en iyi seçim düzgün fizikli ve aksanlı bir hanım kızdır bence. bu kadar önemsiyorsak bu sikimsonik yarışmayı, atiye' den daha iyi bir alternatif göremiyorum ben.

..

0

böyle diyelim işimi erkenden bitirip de akşama film izleyeceğimden emin olduğum günlerde akşam film izleyemezsem; bir de hiçbir şey yapmayıp da saatin bir anda 23.40 olduğunu görürsem içimi garip bir huzursuzluk kaplıyor.

3/09/2010

!

1

hayatta en çok çekindiğim insan modeli, evet bunu rahatlıkla söyleyebilirim, dışarda bu terliklerle gezen bundan daha da kötüsü tüm ayak parmaklarının o terlikten çılgınca fışkırmasından rahatsızlık duymayan insandır.

kula' nın topalını şam'da görmüşler

2

Kula'ya gittik geldik. ilginç deneyimdi. öncelikle alt katı pavyon olan bir otelde kalmış olmamız, epeyce bir süre geyiksiz kalmamamızı sağladı. lobide sürekli olarak gezmekte olan iki kadından birisinin dönme olup olmadığına dair uzun sohbetler geçti. gezi dönüşündeki ilk derste, 'dönmeyi gördünüz mü' diyen hocamın yanaklarını sıkasım gelmedi değil. bazen projede o kadar çok susuyoruz ve o kadar az çalışma eğiliminde oluyoruz ki; hoca yeni sohbet konuları açmaya çalışıyor. misal, geçen gün south park sevgisinden ve son izlediği bölümden bahsetti. kaldığımız hotel olan değerli' nin lobisinde bir de temenni defteri vardı. son sayfasında ise 'lara' adlı kızımızın yazdığı temenniler bulunmaktaydı. bundan sonraki süreç de lara' nın hangisi olduğunu çözmeye çalışmakla geçti. tarihi ve geleneksel kula evlerini, belediye' nin bir çalışanı ile gezdik. nasıl bir kula sevgisi anlatamam. adam öyle bir anlatıyor öyle bir coştukça coşuyordu ki işi kula' nın türkiye' nin siyasi nabzını tuttuğu iddiasına kadar getirdi. gezi sırasında, gördüğümüz bir cami' nin minaresi bariz bir şekilde yamuktu. değerli gezi rehberimiz ise onun hata olmadığını, güneşin açısının bizi yanılttığından bahsetti. mimar, mısır sövesine gönderme yapmıştı ve minare dönüyordu. abi, bizi saf buldu galiba düşündüm çünkü coştukça coşuyordu. kula' da döner minareli cami resmedin kafanızda. biz nasıl ya olmaz öyle modunda takılırken bir diğer konuya geçip kurtulmaya çalıştı. lakin, biz zaten onun kendi egosunu tatmin etmesine çoktan izin vermiştik. ağzından, zafer köpükleri saça saça kula' yı övüyordu bize. bir andan sonrası nerdeyiz lan? bu adam gerçek mi? şeklinde geçmeye başladı. o övgüde hepimiz istanbul'u bırakalım, çantamızı alıp kula' ya kaçalım tadında bir isteriklik vardı adeta. bize, bilmediğimiz şeyler gösterdikçe coştu, adeta kendi çöplüğünde ötüyordu. bir de camış gibiydi afedersiniz, 3 saat yürüdük bana mısın demedi. bunu belirtince de aldığımız yanıt, en eğlendiğim andı. ''kula' nın topalını şam'da görmüşler". ertesi gün ise gerekli antik kentler olsun, kliseler olsun gezildikten sonra yunus emre köyü' ne gittik. başta yunus emre ve tapduk türbesini gördük. rehber, birazdan göreceğimiz şeyi tasvir ediyordu bize. gözlerinde mutluluğu gördüm, birazdan anlattığı şeyin canlısını göreceğimizi hazır olmamızı söyledi. yunus emre' nin yaşadığı iddia edilen 13 anadolu mevkisinden birisi burasıymış. rivayete göre, yunus emre'nin kırk yıl boyunca yaşadığı yapının tepesine sonradan bir kubbe geçirilmiş ve cami olarak kullanılmaya başlanmış. caminin içini de kök boyası kullanarak resmetmişler. bir gezginin yaptığı hiçbirisi birbirinin aynısı olmayan resimler. mesela iki çiçek bile olsa birbirinin aynısı değilmiş, illa bir fark varmış. mantıken 15.yy' da resmin aynısını birden fazla kere yapabilseydi o gezgin, o köyde yaşıyor olmazdı diyorum. caminin hocası bize bu bilgileri verirken bir resme odaklanmamızı istedi. bir su kıyısı kenarında resmedilmiş 5-6 katlı binaların bulunduğu bir resim. hoca, bizim daha iyi bileceğimizi bu yüzden de sorma gereği duyduğunu belirterek o devirde çok katlı yapılar var mıydı diye sordu. ama bu sorunun alt metni, resimleri yapan gezginin ileri görüşlülüğü vurgulamaktı. hoca, coşkun anlatımına son noktayı koyacaktı çok hazırdı ve sorusunu proje hocamıza yöneltti.
-o devirde bıdı bıdı bık bık ... var mıydı sayın hocam?
-vardı.
bir anlık bir sessizliğin ardından cami hocasının hevesi, proje hocasının cool cevabıyla söndü. yediğim içtiğim bana kalsın, gördüklerim bunlardı. çok yedim ama, korku dolu bakışları ara ara hissettim üstümde.

3/03/2010

yalan mı

3


facebook' un beni en çok özleyecek 5 kişi seçkisini ilginç buldum doğrusu. aslında ilk 4'ü bulmadım yanlış olmasın, eski proje hocamın ilk 5'e girmesi ilginç geldi. facebook'un duygu sömürüsü konusunda geldiği nokta da baya fantastik. böyle fotoğraflarla maziden kesit sunmalar falan. sorun sende değil tatlım, bende butonu olsa onu işaretlerdim bak.

*ben proje gezisi için manisa' ya gidiyorum. çok da zamanlı bir gezi oldu. enteresan bir dönemden geçiyorum. sonra belki yazarım.

3/01/2010

beline beline

3

aforoz etmiştim de yazmadan da duramıyorum. hande yener' in yeni albüm adı sopa'ymış. o sopayı ıslatıp ıslatıp beline vurasım var hande! bir de bu paçoz, kayınçosu şikayet ediyor diye kendi fanpage' ini kapattırmış. neden? kemal' in hande' yi kötü yerlere sürüklediklerini düşündükleri ve o internet sitesinde dile getirdikleri için. daha neler göreceğiz.

The Lovely Bones / Hollywood işi araf

0


pskolojiler bozulmak içindir. bu şarkı' nın pskoloji bozmaması gibi bir ihtimal de yok diğer yandan. the lovely bones adlı filmi izledim. filmi bir yandan izliyorum. bir yandan salak gibi geriliyorum. bir yandan da allahım ne kadar da olmamış bir film diyorum. ama gel gör ki diğer yandan pskolojimin içine rahatça edebiliyor. yahu oğlum azıcık rahat dursana, amma da bozulasın varmış. bir diğer klişe amerikan yapımı ile karşı karşıyayız. what dreams may come vardı. ne cici filmdi o. bu filmi izleyeceğinize yol yakınken gidin onu izleyin derim ben. burdan sonrası direk "spoiler". ben uyarayım. bu filmi gömmezsem rahatlayamam çünkü. şimdi filmde bir kız var. film boyunca böyle bir güzel mi diye sorgulatıyor insana. aslında bence sıradan sarışın mavi gözlü bir kız işte. sorgulatmasının sebebi ise oraya muhtelemen güzel olduğu için seçilmiş olması. şimdi anası bu kıza bir bere örmüş. o bere resmen şöyle bağırıyor. " bu kız öldürülecek ve beni bulacaklar; bu sayede öldüğü anlaşılacak". bu kızcağızı komşusu öldürüyor. a benim saf kızım. elin, suratından meymenetsizlik akan, suratından hem sübyancılık hem pskopatlık akan adamı, buğday tarlasının içine lost sığınaklarından yapıyor gel içine gir diyor. oldu, sen de atla hemen. öldüren adamı da görseniz, daha klişe bir katil tasvir edemiyorum. dışarıyla pek ilişkisi olmayan, süper bir evde tek başına yaşayan bu katil türlerinin çok ciddi bir hobileri veya el yetenekleri vardır. insanlarla kuramadıkları bu ilişkiyi, alın terini bu eserlere dökerler. böyle adam cinayeti bir planlıyor, evlere şenlik. eskizler olsun, şematik anlatımlar olsun, plan kesit olsun. allahım mimarlık fakültesini bitiriyorum o kadar işlevli eskizleri ben yapmadım daha. kızın ölmesiyle birlikte, ziyan olmuş hayatların yanısıra kızcağız da araf' ta kalıyor. ama adamların araf' ı çok başarılı. bizim araf' ı izleyenler varsa, ne tatsız bir şeydi o. evlerden ırak. kadın öcü doğuruyordu falan. bu takdirimi kazandı. keşke öncesinde, bu filmin yerine kitabını okumuş olsaydım dedim sürekli. bir nevi avatar hikayesi. harika bir görsel dünya, ama alttan senaryo desteğini alamıyor. biz bu güzel görselin için öldürülen kızcağız mütemadiyen anlamsız rotasyonlarda koşarken görüyoruz. sürekli bekliyoruz ki, kız bir yolunu bulsun ve katilini yakalatsın. çünkü zaman zaman ailesiyle iletişim kurabildiğini hissediyoruz. işte filmin hezeyanı bu noktada devreye giriyor. muhtemelen alt metni de şu " hassiktir lan, ölüp de arafta kalırsak ne oraya gidebileceğiz ne burada kalabileceğiz; sevdiklerimiz gözü yaşlı. sıkıntı babam sıkıntı". bu buhranlar içinde film beni gerim gerim gerdi. yalnız kızcağız olayları yalnızca izleyebiliyor. bununla birlikte; filmin arafla gerçek dünya arasındaki geçiş yerleri çok başarılıydı. özellikle babasının hobisi olan, içinde gemi maketleri bulunduran cam şişeleri kırdığı sahnede; arafta da gemilerin gerçek boyutlarıyla kıyıya vurup vurup kırılmaları. babanın, herifin katil olduğunu 1-2 alakasız fotoğraftan anlaması; kız kardeşin meşhur eskiz defterini bulması; katilin filmin sonunda gerçek dünyada "sanki" öyle bir denge varmışçasına ölmesi falan, filmin tel tel döküldüğü yerlerdi.

tüm filmi bir kenara koyuyorum; ama susan sarandon' ın oynadığı anneanne inanılmaz başarılıydı. bu kesif kasvetin içinde kahkaha attırdı bana.
torun, yaşı hayli ilerlemiş anneannesinin ayak tırnaklarına oje sürerken;
-sen de yakında ölürsün.
-nedenmiş o?
-çünkü çok yaşlısın!
-35 o kadar büyük bir yaş değildir.