4/27/2011

balo

3


bir önceki yazımın üzerine mezuniyet kıyafetime de karar verdim sanırım. kesin bu üçlüden biri olacak ama soldaki  ile ortadaki arasında biraz gelgit yaşıyorum. soldakinin eteğinden emin olamadım, ortadaki da papyondan kaybediyor.

4/24/2011

bu sene her erkeğin dolabına mürdüm ve fuşya girecek

0

takip ettiğim bir-iki tane erkeklere yönelik moda blogu var. onları takip etmeye de kızların arasında çılgıncasına furya olduğu için, meraktan sardım.

şekerim, prada yakın bir zamanda 2011 koleksiyonunu görücüye çıkarmış. sonunda derin bir nefes aldık. çünkü kusura bakmayın ama elim ayağıma dolaşmaya başlamıştı ne giyeceğim diye! daha önce de ebru gündeş' ten alıntılamıştım hatırlarsanız rabbim standartlarımı korusun diye.

şimdi bu sene trench-coat' ler yine moda. zaten hiçbir zaman modası geçecek bir şey değil. ama zaten bu sene moda olmasının numarası, onu öyle dümdüz giymek değil. beyler, bu sene altına seçeceğimiz - tercihen kumaş- bir kapri ile kombinleyip ( mümkünse tam diz altında kesilen ve paçası bir kere dışa kıvrılmış ) altına o hizaya kadar gelen çoraplar giyiyoruz. altını da mümkünse corcog tarzı bir ayakkabı ile tamamlıyoruz. bermuda ile ilgili aklınızda soru işaretleri kaldıysa sizi bir süre şuraya alayım. renk olarak bu yıl bizim için ölü somon ve mürdüm' ü seçmişler. bu renkler ne be diyecek kadar düzseniz, lütfen, sizi alalım.. ( widen your horizon, please)


ahahah,
moda dünyası bana çocukluğumdan beri çok ütopik gelmiştir. ara ara işte armani şu koleksiyonunu sergiledi, dolce & gabbana şunu sundu gibi bir haber çalınır kulağıma ve bakarım. özellikle bu koleksiyon açıklama zamanları hep çok alakasızdır. mesela yazın civciv sıcağını yaşıyoruzdur ama domenice ve stefano' nun kafasına eser ve bir sonraki yılın ilkbahar koleksiyonunu açıklarlar. hele bir dur önce bir yaz bitsin. hem ilkbahara iki mevsim daha var kargaşasını yaşarım. ( çok çalışkanlar,ondan zaar*)  ve bugüne kadar gördüğüm sergilerin %95' inde günlük hayatla alakası olmayan şeyler görürüm. tamam, o kadar düz bir bakış açısına sahip değilim, sonuçta o da bir sanat. ama bunun bize sunulması hep o tasarımların günlük hayatta da kullanılabilecek şeyler olduğu yönündedir.

öte yandan bence bir erkeğin şık olması, bir bayanın şık olması kadar gerekli bir şey. şık olmayan bayanlar, beni üzmeyin ve hepiniz şık olun. yani insanın içi güzel olacak o çok net ama sonuçta ruhlar dünyasında yaşamadığımız da bir gerçek. bu noktada giyim olayı çok çok büyük önem kazanıyor. ben dikkat ediyorsam, karşımdan da beklerim.

ama gelelim şimdi. bir düşünüyorum kendimi, kumaş bir kapri giymişim. mürdüm rengi. altına çekmişim çorapları. baklava dilim desenli. bu husus da farklı bir boyut. baklava desenli çorabı normal biri giyince ıyy kıro diyenler armani ön plana çıkarınca bayılıyorlar. neyse konumuz bu değil. evet üstüne de çekmişim trench-coat' umu, sonra çıkıyorum evimden. vay efendim çok güzel oldu ( doğan,11) . yürü bakalım sokakta 1 km. ne yemediğin bakış kalır, ne de laf. sonuçta hayat sürekli milano moda haftasında geçmiyor ki. wayfarer gözlük takınca bile ibne mi lan bu? bakışı atıyor adam. ondan sonra giriyorum bakkala, yarım kilo peynir alacağım. yemin ediyorum o kapri o anda üstümden bırakır kendini dımdızlak kalırım. altın kafese konmuş bülbüle döner tüm fuşyeliğiyle.
gerçi bu durum tamamen modayı takip etmekle alakalı da değil. farklı olmakla alakalı sanırım. çünkü ben hayko cepkin' in de bakkaldan yarım kilo peyniri nasıl aldığını çok merak ediyorum mesela.

bu tarz bir prada kafası yaşayabilmek için böyle tamamen altın varaklı şadırvanlarda takılıyor olman lazım. yoksa olmaz o iş. çok da kafa yoracak bir şey değil işte ama merak yani. belki iyi bir insan olmayı başarırsanız bu sene kapri-çorap-ceket kombini yapmış hoş adamlar size de görünebilir, o yüzden siz yine de incelikli davranın.

son söz olarak, giyim kuşam çok önemli. aksini iddia etmiyorum. benim de hobim sayılır.



*adana dili ve edebiyatı' nda "herhalde,sanırım,göründüğü kadarıyla" anlamına gelen deyiş.

.

2

ales 2011 adlı sanatsal çalışmam. evet sınava ilköğretim binasında girdim.

4/21/2011

solgun atlar

0

 
moby konseri yaza dair en güzel haber şimdilik.

isyanın kime yiğidim?

3

her kim ki hayatının bir yerinden dahil olmuş dostları ile çoğu zaman vakit geçirebilme şansına sahip oluyorsa benim gözümde en şanslı insan odur. ben bazılarını kırk yılda bir görebiliyorum zira. o zaman diliminde de bir sürü şey birikmiş olduğu için mutlaka unutulan şeyler oluyor. ya da diğer bir değişle - en azından benim için - hayatımdaki şeyleri dostlarıma paket programlar halinde anlatmayı hiç mi hiç sevmiyorum. şu da oldu bu da oldu şu şöyle dedi şu kız da ne gıcık çıktı bu çocuk evine gidebilir mi? lisedeki şu var ya, doğurmuş oğlum ben 1 yıl sonrasını göremiyorum..konuların geçişlerine gel. olayın üstünden zaman geçmiş, sıcaklığı kalmamış -senin üstündeki etkisi kalmamış bir kere-
bu tip sebeplerden de blog yazmayı çok seviyorum sanırım. arada bir eskilere bakıyorum iki yıllık zaman dilimi içinde bile kafa yapım ne acayip değişmiş, nelerle uğraşmışım nelere kafa yormuşum modunda şaşırıyorum bazen. bunun sebebi tabi ki şu an tamamen dünyaya dostluğu ve barışı getirebilecek mükemmel projelere imza atıyor olmam değil. muhtemelen iki yıl sonra da şu anki yaptığım şeyler absürd gelecek. bu bakımdan bir nevi kendime günlük yani. yıllar sonra dönüp de yirmi iki yaşında hangi kafayı yaşıyormuşum görebilmek için.

 blogları takip eden biriyseniz popüler bloglardan da haberiniz vardır. bazen bu bloglarla ilgili gerçekten anlamadığım durumlar oluşuyor. takip edilmek istiyorsanız adeta yazmanız gereken konular var. nasıl ki genel-geçer bir oskar ödülleri kabulü verse ( ödül almak isterseniz ya bir homoseksüeli oynarsınız, ya soykırıma uğramış bir yahudiyi ya da zeka engeline rağmen sevginin gücü ile dağları devirmiş bir insanı ) -hatta bu konuyla ilgili en güzel tepkiyi bana göre sean penn, harvey milk rolüyle oskarı aldığı zaman yapmıştır- bloglarda da durum söz konusu. bir ara mika' ya da sormuştum. nette geziniyorum bir bakıyorum sadece evlenme arzusu ilgili şeylerden bahseden blogger' lar var misal. kimisinin anlatım dili çok içten. ama bana bir yerden sonra aşırı derecede sığ geliyor. mika' ya sorduğum soru da şuydu zaten; bunca dolu, eğitimli, kafası çalışan kız, bunca emekler, bunca idealler sonunda hepsinin çıktığı kapı bir erkeği kafesleyip evlenebilirsen mi bir amaca ulaşacak? yani bir kızın -daha doğrusu insanın- gerçekten hayattan en büyük beklentisi nasıl "evlenmek" olabilir? evlenmek derken şu gıcık iki elle tırnak işaretini gösterme hareketini yaptığımı hayal edin ( joey' nin yerinde kullanmayı beceremediği) sonrasında bakıyorum bu tarz sığ blogların izleyici sayıları dağları denizleri aşmış ama öte yandan takip ettiğim çatır çatır yazan, bambaşka duruşları olan insanları kimse sallamıyor. yani öte yanda o insanlar ayda 2 girdi ile ne kadar ilginç bir şey söylemiş olabiliyorlar da bu denli ilgi odağı olabiliyorlar?! burada olay izleyici sayısı ile sidik yarıştırmak olarak algılanılmasın. sanal rakamlar, sayılardan bahsediyoruz. kim oyhş bin beş yüz izleyicim var diye kendi kendine tatmin oluyordur ki zaten? olsa bile nereye kadar yani?

bir de sürekli -özellikle- marilyn monroe  fotoğrafı paylaşan kız, neyin kafasını yaşıyor işte onu hiç çözemiyorum.
kadın baya önemli bir zat. okay. anladık.

4/20/2011

sigara çok kötüdür

0

son zamanlarda bir reklam var. allah tez zamanda belasını versin o reklamın. bir amca çıkıyor. ben her seferinde önce sesini duyup komikli bir reklam sanıyorum onu. o robotik tiz sesle bir komiklik peşindeler sanıyorum. ya da yeni bir arçelik reklamında çelik, bir şeyler söylüyor sanıyorum. ya da auto tune tarzında kaydedilmiş charlie bit me remix' ini anımsayıp gülüyorum mal gibi. ama sonradan bir bakıyorum ki. -allahım tanrım- en korktuğum şey. en korktuğum hastalık. ve çok üzüldüğüm gırtlak kanserli amca. sonra alıyor mu beni bir vicdan azabı. yanım yanım yanıyorum, döne döne tövbeler ediyorum. ama beynim bunu her seferinde unutuyor ve o robotik sesi her duyuşumda aynı döngüyü yaşıyorum. bu reklam sigara kötüdür' den çok daha farklı, amacından sapmış bir etki bırakıyor bünyemde.

azalarak değil, bir anda kaldırılabilir mi? teşekkürler..

4/19/2011

whatever works

0

artık tumblr' ım da var.
çok fena görseller
paylaşacağım bence.
belki yeterince çabalarsam
o mükemmel muğlak tumblr sayfaları gibi
altına, kimsenin anlamayacağı
ingilizce cümleler bile yazabilirim.
bilemeyiz.

tık .

4/17/2011

yoksa keçe, sen mi geldin?

4

aslında hayatım ilginçlikten bu kadar uzakken, bazen etrafımda olanların bu denli ilginç olması neresinden baksan ilginç bir şey bence. dün kb' de yaşanan on dakikalık tuhaf bir anı anlatacağım. bir zamandır süre gelen hönönö çılgınlığının son ayağı dün gece yaşandı. şasemen' e tuvalete kadar eşlik ederken o muhabbete tanık olacağımı bilemezdim tabi. şasemen wc' den koparak çıktı. ya içeride bir kız çok çişi olduğu için yanındaki çocukla öpüşemediğini söyledi ben de koptum ya falan derken, kız da tuvaletten çıktı. biz onu görünce daha da kopunca tabi, ya bana mı kopuyorsunuz siz? diyerekten bizimle muhabbete daldı. yanında oturan iki çocuktan biriyle ( ki yan masamızda olmaları dolayısıyla görünen o işin sonu 3-some' a falan bile varabilirdi ) öpüşmemesi gerektiğinden bahsetmeye başladı. o iki saniyelik deli mi lan bu şokunu anlatır atlatmaz kızla baya bir süredir ahpapmışızcasına muhabbete başladık. tuvalet önündeyiz insanlar değişirken sabit biziz. kız çocukla öpüşmemesi gerektiğini anlatırken, bir yandan aslında gay olduğundan öte yandan da alerjilerinden bahsediyordu. şasemen neye alerjin var deyince, keçe' ye olduğunu söyledi. ( keçeye alerjisi olan insan ) alerji durumunu görsellerle desteklemeyi de ihtimal etmiyor,bilimum yerlerini teşhir de ediyordu. aslında gay olduğundan bahsederken ne oldu hiç bilmiyorum ama bir anda amerika' da yaşadıklarını anlatmaya başlaması ile redneck muhabbetine dalmamız gerçekleşti. amerikalıların ne kadar cahil olduklarından, kızların gay olduklarından haberleri olmadıklarından bu yüzden de lanet olsun ki hiçbir şey yaşayamadan döndüğünden dem vurdu. arada da yalnızca keçeye değil aynı zamanda çikolataya ve daha bir çok şeye alerjisi olduğundan görsel destekli olarak bahsetti. ve yine acil bir geçişle bana sen de gay'sin değil mi? diye sordu. hayda nereden çıkardın şimdi bunu demeden bir anda benim cinsel tercihim üzerinden ilerledi muhabbet. bir yandan da sürekli yanındaki arkadaşını öpmemesi gerektiğini vurguluyordu sürekli. her şey bok olacakmıştı öpüşürlürse. gay olduğumu bile bilmiyorlar derken hülya avşar' ın nefret filminde annesinden sarkastik bir tavırla bir de beni bakire sanıyor deyişini anımsattı bana. asıl ilginç olan benim gay olduğumu kabul etmiş hali ile yanındaki çocuğun ne kadar taş olduğuna destek olmam için bana attığı isterik bakışlardı. o arada telefon numaranı alayım mı senin dedi bir yandan ben aslında bir sürü kişinin numarasını alırım ama hiç aramam derken. o zaman amaç neydi? işte o kainatın gizemi. belki de dexter' ın öldürdüklerinden anı olarak sakladığı kan damlaları kafasında bir koleksiyondu, bilemeyiz. o sırada yanındaki çocuklar geldi ve onlar da muhabbete dahil oldular. machine' e gelmemiz konusunda ısrarcıydılar. söyledin mi onlara bi olduğunu diyordu bir yandan öpüşülmemesi gereken çocuk. kız, çocuklar ürkmesin diye öyle takılıyormuş meğerse. çünkü çocuklar ölümüne straight hatta homofobiklermiş. bir süre sonra çocukların gelmezlerle gelmesinler şeklinde gider yapması ama kızın hala ısrar etmesi, bizim bunu yalnızca bir freak show' muşçasına izlememiz ve son olarak kızın 18 yaşında olduğunu öğrenmemiz.. kızın sürekli lezbiyen olduğundan bahsetmesi ama bir yandan gay olduğumu düşündüğü benin telefon numaramı almaya çalışması, çocukların da -kızın iddiasına göre ölümüne straight hatta homofobik olan çocukların- da onlarla gitmemiz yönündeki ısrarı. neresinden baksan çılgındı.

4/12/2011

survivor,öğrenci evi

1

öğrenci evi insanı hayata hazırlıyor. görüyorum mesela, ailesinin yanından hiç ayrılmamış arkadaşlarım var. hayat bilgileri zayıf, neden dersen öğrenci evindeki elektrikli araçlarla mücadele etmemiş hiç. evde bir sorun olsa baba halleder çünkü. o konuda asla babam gibi olamayacağım, biliyorum. bir insan aynı anda ütüyü de çamaşır makinesini de sigortayı da tamir edebilir mi yahu?

neyse bu öğrenci evi eşyaları ile ilgili o kadar doldum ki yazmadan duramadım. bu eşyaların hepsi adeta and içmiş gibi, bir bütün halde çalışmamaya. öncelikle biraz ocaklardan bahsedelim. bu ocağın illa ki yanmayan bir gözü oluyor. siz, öğrenci evinde oturanlar. you know what I mean. bizim evdeki güya ankastre ama onun da en küçük gözü bozuk. hatta bu konuda, annem -en az benim kadar rahatsız olduğu için- son gelişinde o kadar gaza geldi ki, bana o ocağın üstüne bozuk yazdırtana kadar vazgeçmedi. üstüne böyle eğreti bir post-it kağıdı ile iptal yazdım ve nefes aldı bebeğim. bu ocakların bir diğer en sevdiğim yanları ise, çakma düğmelerinin mutlak suretle bozuk olması. kendine monte bir şekilde çakıcısı olmayınca da o ocağın yanındaki çakmak mutlaka yok oluyor. hadi onu buldun bir şekilde diyelim, o ucu upuzun olan anne mutfağı çakmakları var ya hani, onlar kadar işlevsel bir tasarım olmadığı ve ocağın yandığı kısımdan yeterli uzaklığı sağlayamadığın için ya yanıyorsun ya da kol tüylerin ütüleniyor. ortalık ütülenmiş tavuk derisi gibi kokuyor.

geliyorum çamaşır makinesine. bu çamaşır makinesinin de çok kısıtlı sayıda programı çalışır. üzerine neler neler yazar halbuki. pamuklu lifli beyaz narinler için falan..pırt diyorum. hepsini dümdüz yıkar geçer. öğrenci evi çamaşır makinesinin felsefesi çok net düz is more' dur. utanmadan kurutma falan yaptığını iddia ediyor bizimkisi misal. tüm bunlarla birlikte dolanmaktan hoşlanıyorlar. sakinliği sevmiyorlar. bizimkini tutmasak her seferinde evi turlamaya kalkıyor.

öğrenci evinde en çok çekindiğim hususlardan birisi de bozulan priz ve lambalar. misal bizim ev. bir lamba çalışmaya görsün. adeta görmezden geliyoruz kendisini. idare edebildiğimiz kadar, kanımızın son damlasına kadar o olmadan da yapabildiğimizi göstermeye çalışıyoruz. ama yine de tamamen iptal olmuş bir prizden daha çok üzen bir şey varsa beni, o da gösterip de elletmeyen prizdir. yani tam bozuk olmayan, anca belirli bir açıyı tutturabildiğin anda faydalanabildiğin priz. bizim banyodaki bu kategoride misal. saçını banyoda kurutacaksan yaklaşık 37,5' luk bir açı tutturman gerekiyor. onun dışında asla çalışmıyor.

bu prize kafa tutabilen tek alet ise televizyon kumandası. onda da bir başına buyrukluk seziyorum. adeta evin söz geçirilemeyen oğlu. istiyor ki hep onun dediği olsun. evin annesinin babaya karşı hep koruduğu, diğerlerine göre biraz daha yakışıklı olan evlat. o isterse basıyor tıkır tıkır çalışıyor ama istemezse sana gider yapıyor. kalk kendin değiştir diye dikleniyor. pis. o keyif anında kalkıp kanal değiştirmenin eziyetini hayal edin bir.

elektirikli süpürgeye gelirsem de; bu süpürge kaçıncı yüzyılda bir hayırseverin evine alıp da sana şimdilerde devrettiği bir makine oluyorsa artık, onun asla bir yedek torbası olamıyor. o yedek torba ne kadar mühim arkadaşım. güya makineyi satın alıyorsun. ama yanılıyorsun. ev almayıp komşu almak gibi bir şey adeta. onun yenisi olmazsa, azalarak bitiyor süpürge.

buzdolabına gelirsem. bizimki çok isyankar bir ergen bence. ya da bir ikizler burcu. aralarda olmayı hiç sevmiyor. ya melek oluyor ya şeytan. istedi mi öyle bir soğutuyor ki sarkıtlarıyla ünlü karain mağarası kıvamında takılıyor ya da sıcacık bir normal mutfak dolabı oluyor. normal, ideal bir soğukluk yaşatmaktan hoşlanmıyor.

son olarak pek görülemeyecek bir durum olarak bizim şu anki evimizin balkonlarında gider yok. müteahhit nasıl bir kafada yaptıysa artık, balkonu temizlemenin tek yolu önce süpürüp sonra viledalamak. bu işlemi yaparken tüm komşuların bize kıçıyla güldükleri hissine kapılıyorum. böyle bir adam, balkonu süpürüyor elektrikli süpürge ile. olacak iş değil.

.

1

adeta proje yapan bir genç. kafası 4'e bölünmüş, burada düşünce devam ediyor diyor; bir yandan tasarlayıp, bir yandan plan çizip, bir yandan da pafta boyuyor. Dört yanı ise uyumak, gezmek, sosyalleşmek istiyor; ama bunları sadece o yaşadığı için onlar renkli tabi; dışarıdan ise yalnızca sigara dumanına boğulmuş bir genç görüyor mimar olmayanlar. adeta anlam veremiyorlar saatlerce bilgisayar başında oturmasına, o yüzden gri. evet.

böyle bir pop-art.ımsı denemem üzerine, zrenzjiim' in muhteşem alt metin okuması. hep böyle entelektüel sohbetler yaparız biz zaten. evet.

4/11/2011

cidden

0


will you marry me?

you are the butter to my bread, and the breath to my life

2

yemek yemeyi kim sevmez? bir de benim gibi yemek yapma hastasıysanız bu film insanı zevk ırmaklarında dolandırıyor. ratatouille' den bu yana bana bu mutluluğu yaşatan ikinci film oldu.


 tavadaki şeyi istediğiniz gibi çeviremezseniz ve dökerseniz boşverin. nasıl olsa kimse görmüyor.


 benim içime tereyağı koysanız ben de lezzettli olurum.






meryl streep' i bir çok yerde izledim, ama bu filmde daha bir hastası oldum. daha öncesinde filmden şöyle bir sahneyi şurada görmüştüm ve çoktan hastası olmuştum bile. filmi izlemeden önce julia child'a dair hiçbir şey izlemedim. özellikle. sonrasında izleyince de meryl streep'in julia child' dan daha çok julia olduğunu düşündüm. o nasıl bir oyunculuktur be kadın. insana kendini sümüklü böcekmiş gibi hissettiriyorsun. filmle ilgili sıkıntılarım var aslında bazı yerlerde yavan hollywood'a bağlıyor ama hepsini hoş görüyorum yalnız; aklıma takılan tek bir şey var, o sevgi dolu muhteşem kadın julia child nasıl olur da julie' den nefret edebilir? filmin sonu o açıdan içimi burdu.
bu da orijinal julia child.

4/10/2011

bu ara

0

4/06/2011

n.

0

karizmatik olmak isteyenin, maillerde falan imza kısmına isminin baş harfi ve sonuna nokta koyması olayının hastasıyım ha. arkadaşım ne tür bir karakteri var bu işin. adın yarra ( varmış duydum) mesela. gidip mailin altın y. yazıyorsun. oldu. yine yarra'sın yine yarra..