3/31/2011

meydan çok önemli meydan

4

bir dersim için, taşkışla'dan taksim'e kadar olan yolun deneyimlenmesi başlıklı bir yazı yazmam gerekti. yazdıktan sonra baktım ki, blog dili hayatımın tüm kısımlarına yayılmış durumda. bir dakika ya bu resmen bilögğgh yazısı oldu deyince buraya da koymaya karar verdim.
okumadan önce şöyle bir ön bilgi vereyim, bu yazı tasarımla ilişiği olanlara daha çok hitap edecektir. ama okul hayatı sona ermek üzere olan ve bu konuda kaygıları olanlara da bir şeyler söyler diye düşünüyorum.

Mezun olduğunuzda değersizsiniz. Kafamda en çok yankılanan cümle son zamanlarda. Bu düşünce ile çıktım Taşkışla’dan. İlk girdiğim zamanda duyduğum heyecanın onda birini hissetmediğim okulumdan. Az önce hocamın proje hakkındaki yorumlarını düşünüyordum. Bu düşünceler kafamda iken Hyatt’ ı gördüm yine, yeniden. Yoluma devam ettim. Çevresiyle ilişkili yapılar kavramı dolanıp dururken aklımda. Neredeydi bu çevresiyle ilişkili yapılar? Akademik hayat ile normal hayat arasındaki bu uçurumun sebebi neydi? Sonrasında yere kaydı bir anda gözüm. Kaldırım döşemelerine. Küçük bir eğim değişikliği vardı ve orada parkeler kalan kısımdaki gibi bütün olarak kullanılmamışlardı. İki üçgen şeklinde zoraki yerleştirilmişlerdi. Aklıma sketch-up’ da yüzey oluşturamadığım zamanlar geldi. Üçgenler oluştururak yüzey yaratabilme sıkıntısı. Üçgenler deyince de ilk dönemde yaptığımız patates projesi. Patates. Dışarıdaki insan için en fazla ne anlama gelebilir ki bir patates? Patates salatası olur olsa olsa. Ama bizim için tanımsız yüzeyleri tanımlayabilme için müfredata konmuş bir projeydi.  O günden beri de aklımdan çıkmayan bir proje. Belli ki amacına ulaşmış. Kaldırım parkelerinden hala ona çağrışım yapabiliyor zihnim. Bu anlarda tek bir düşünce beliriyor kafamda. Mimarlık dışında bir başka bir meslek daha var mı insanın kendi hayatına bu kadar müdahale eden. Hayatı daha düz algılamak istiyorum bazen. Kaldırım taşının bana bir şey çağrıştırması komiğime gidiyor. Bu düşüncelerle ilerlediğimde Atatürk Kitalığı’ nı görüyorum. İçindeki ışığın kullanımından ne kadar etkilendiğimi hatırlıyorum. Ama orada da kullanıcı profilinde beni tedirgin eden bir şeyler var hep. Ne zaman gitsem kendimi çok yabancı hissediyorum. Bu konuda yalnız da değilim üstelik. Bu sırada oradaki zoraki otobüs dönemeci olan yol geliyor. Koskoca otobüslerin beş yıldır gidip geldiğim yolda, gözlemlediğim kadarıyla, asla yayaya öncelik tanımadıkları yol. Sonrasında da yeni yapılan otel. Dışını resmen yılan derisi yaptılar bu otelin. Buna bu kadar şaşıran tek miyim bilmiyorum. Yılan derisi her seferinde o kadar batıyor ki gözüme, otelin adına bakmamışım bile. Şimdi düşününce çıkaramıyorum. Halbuki neredeyse tam karşısında çok daha başarılı bir örneği varken. Gerçi itiraf etmem gerekirse, ben malzemenin çıplak bırakıldığı tasarımları her zaman biraz kayırıyorum. Biraz daha gidince Taksim Meydanı. Karşıdan karşıya geçmenin dünyanın hiçbir yerinde bu kadar sıkıntı yaratmadığı, otobüs şöförlerinin zevkle otobüsü üstüme sürdükleri meydan. Taksim Meydanı çok tanımsız. Akademik dünya şu meydanı neden bir türlü tanımlandıramıyor. Belki de tanımlandırıyorlar ama henüz yeni mezun oldukları için fikirlerine değer verilmiyor, bilemeyiz. Neyse ki, orada da AKM var. İstanbul’daki en sevdiğim yapı olabilir. Meydanı bir tarafından tanımlıyor da, daha ne isteriz..

3/28/2011

rabbim,standartlarımı korusun*

0

white mocha içmezsem hayattan keyif alamıyorum. ama karamel şurubu two pumps olmalı. two pumps deyince anlamayan garsonlar o an orada yok olabilir mi? starbucks ise gideceğim yer bebek' teki olmalı, orası olmazsa hiç olmasın yoksa standartlar ne olurdu? her türlü ayakkabıya bayılıyorum. özellikle mokasen olanlara. umarım istediğim herhangi bir ayakkabıyı o anda alamadığım günler yaşamam. o günleri yaşamaktansa ölürüm daha iyi. öte yandan vakko da iyice ayağa düştü ama neyse ki d&g var. akşamları mantar soslu bonfile çok iyi gidiyor. yanında da mutlak surette su buharında pişmiş sebzeler. geçende evde (ev dediysem..) kokteyl zeytin kalmamış. martini'yi öylece içmek zorunda kaldım. bir kere alışmışım, zor geldi dostlarım. neyse ki tüm hıncımı çıkarabileceğim hizmetçiler var. bir de öte yandan hala bb' si olmayan insanlar var. şoktayım. bari iphone' un eski versiyonlarından alsalar. herkesi zevk sahibi yapamıyorsun ki..
 halk otobüsündekileri görüp göz yaşlarına hakim olamayan esra' yı şimdi daha da iyi anlıyorum. #


*e.gündeş dileği
# aslında temennisi
-ilgili karikatür

3/26/2011

kapak

2


bu seriye-she/he will never have a boyfriend- bayılıyorum. nette aratınca da türlü çeşidi çıkıyor ama istersen şurada baya serisi var.
anna paquin'e true blood' da gıcık olan bir sürü insan var. beni de baya bir ikilemde bırakıyor ama bence her boka maydonoz sookie'yi iyi oynuyor. bir de üstüne üç -abartmayı hiç sevmem- yaşında the piano filmindeki rolü ile oscar almış. izlemedim ama evet, şoktayım.

adını issey miyake koydum

0

dün akşam yemek yerken bir süre adını feriha koydum' u izledim. sonra bir şekilde birinin facebook fotoğrafları içinde domates salçası yapan iki insan fotoğrafına denk geldim. bu ikisi nasıl bir kombo yaptıysa bilinç altımda artık, rüyamda ablamla (ablam?) birlikte temizliğe giderek geçimimizi sağlıyorduk. hem de kimin evini temizliyorken gördüm kendimi tahmin edin. şu yazımda bahsettiğim bir dönemki mimari tasarım hocam. bu kadın bir dönem nasıl tecavüz ettiyse benim ruhuma dostlarım, hala kadınla ilgili rüyalar görmeye devam ediyorum. evden de bir pislik çıkıyor bir pislik çıkıyor. diyorum ki pırlantaları takıp gelmekle, üstüne issey miyake boşaltıp gezmekle kadın olunmuyor yalnız. bir de kadının evinin her bir yerlerinden pislikler fışkırdıkça utanacağına, daha da ele alıyor arsızlığı. bir ara da kocasının terliklerini giydim diye irite oluyor. sonrasında temizliği bitirip ales'e girmek üzere evden ayrılıyorum. tam bir feriha psikolojisi..

3/25/2011

dünyadan düşlerin ressamına

0

rum tak, rum taktaktak, rum tak rum taktaktak..

ortaokul zamanıydı. kulağıma acı çeken bir adam sesi takılmıştı. kim bu diye sorduğumda, sen bilmezsin gibi bir cevap vermişti çocuğun biri. gitar çalıyordu. marjinal olmak için seçtiği yol bu olmuştu. ben ise gece gündüz bizler büyürken durmaz büyür oyunlar modunda, belkivde ne olduğunu bile çözemediğim dertlere gark ediyordum kendimi. sonra lise oldu. enteresan bir arkadaş grubum oldu bir ara. üzerimizde gereksiz bir acı vardı her daim. o kadar sıkıntı olan neydi şimdi düşününce hiçbir şey gelmiyor aklıma. abi ya adam albüm kartonetine enstrüman olarak kol, bacak, dudak, kalp, çük yazmış ne kadar orijinal ya diye kendimizden geçiyorduk. şimdi oturup da o zamanı, şu zamanın koşulları içinde değerlendirmek gerzekliğin dik alası olur ama; geçmişimde bu adamları nasıl dinlediğime dair tek bir mantıklı açıklamam yok. ne diyorsun abiciğim sen derler adama? dualar sofrasında aşk şarabımı sana tuttum. ya bir siktir git. ağlama gülen mor yel.miş. yok olmaz öyle bir şey yok hiç olmadı. şimdi hafta sonu disko kralı'nda denk geldik de televizyona bakamadım ciddi ciddi o konuştukça nereden geliyor bu yaşam kafası diye düşünmekten. böyle bir arşa yükselmeler, aşk sunaklarından şaraplar içmeler ama aynı zamanda tanrı aşığı da olmalar. hüzün kovan kuşunu gecenin yanağına indirmeler. cehennemden gelip cennete gitmeler. kurumayan dudakları topraklara sermeler.

veremem sana acımı
kirlenir dünya
şehrin boş sokakları
ıslanır gözyaşıyla
kovalar arabalar
arkamdaki aynayı
kırılınca biter anlarım
düşümdeki rüya

diyor şair.. sizin için türkçe' ye çevirmek istiyorum;

sekse ihtiyacım var
çok acil sevişmeye ihtiyacım var
acı çeken adamın seksapeli
öyle bir şey varmış kullanasım var
acilen sevişmeyelim
sunak da derim
aşk şarabı felan
meme mi o?

başıma bir şey gelmeyecekse, dss ve türevlerini ve üstlerindeki gereksiz acıyı komik buluyorum.

bir de batik diye bir oluşum var ki, ondan bahsetmedim bile..  
hepinize iksirli değişimler diliyorum cicişler

annie hall

3

çünkü burada durmayı fazlasıyla hak ediyorlar. 

bir de şey var, 2 days in paris'i önceden izlemiştim ama şimdi düşününce; oradaki hal ve tavırları ile julie delpy, diane keaton' dan fazlasıyla etkilenmiş gibi. diane keaton' ın şu anki halini düşününce de insanın 1 numaralı yaşlanma düşmanı olası geliyor.

3/23/2011

kitsch

1



yasaktı engeldi bir şeydi derken adeta konseptten soğuttular. hayır bir yandan bakıyorum takip ettiğim bloggerlardan hala kayıt girebilenler var dedim tamam sonunda oldu başardım. seda sayan'ın hışmına uğramayı başardım. zorla kaşındım. o olmadı ebru şallı' nın ahı tuttu. pilates perilerinin hepsini biricik bilööğgğgh' umun üstüne saldı. geçenlerde de suat suna donuna kadar alacak demişlerdi de o an için tatlı bir nükte gibi gelmişti. bilemezdim dostlarım çok zormuş. hadi beni geçin, dışarıda orada bir yerde ricky martin gay mi? tarkan gay mi? kadın osurukları nasıl kokar? bunlara cevap arayan yurdum insanı ne olacak?
artık dns' ler de çantalar gibi sahte dostlarım. güveniyorsun güveniyorsun bir de bakmışsın..

-benim bu dönem 2 ( yazıyla iki) tane dersim var. evet. onlardan bir tanesi de sürekli iptal oluyor. kaldı sana 1(bir). diğerinde hoca yoklama bile almıyor. kaldı sıfır. e hani boş vakit olunca sosyallikti bir şeydi? öyle bir dünya yok muymuştu?

hani deseler, gel sen emekli ol deseler ben tamam diyeceğim. adeta hiçbir şey -ama hiçbir şey- yapmıyorum. ve üstelik şu iki tanecik dersin sorumluluklarını bile zorla yerine getirebiliyorum. zamanında üstten dersler alan, son dönem bitirme projemi güzel güzel boş boş çalışırım diyen insan nerelerde kayboldu?

bir de işe giren herkesin, über mutsuz olması. kendinizi 5 yıl içinde nerede görüyorsunuz bilöğghgh severler?

-yıldız tilbe'yi adeta çok seviyorum. ona her zaman torpil geçiyorum. bazen toplum içinde bunu geyikmiş gibi yansıttığım oluyor. evet. ama hepsi yalan. ben bu kadını çok seviyorum. hani karşılıklı bir sigara içme şansın olsa kimleri seçersin deseler ilk 10' a rahat sokarım gibi geliyor.
bu sevgi sayesinde şu yeteneksizsiniz zımbırtısı' nı kazanan çocuğu bile milyon kere izledim.

canım benim, kurban olurum ayol. hepsi benim çocuğum gibi.. tamammm mı?


bir de öylesine gezinirken tarkan'ın kış güneşi şarkısının ona ait olduğunu öğrendim var ya. tamam dedim. kurban olurum ayol.a-a.

-geçende bir insan huyu öğrendim, çok başka tatlar yaşadım. kendisi tek virgül' ün yeterli esi veremediğini düşündüğü için iki virgül (,,) kullanıyormuş yer yer. sigmund freud, analyse this.

-dün itibari ile öğlen 4'te başlayıp ertesi gün sabah 6'ya kadar okey oynadık. evet yaptık bunu. hep proje için mi sabahlanacak a-a.

-şehirler arası otobüslere bir şeyler izlenilebilen mini tv' ler koydular ya hani. acayip bir nimet. gel gör ki. içine konulacak filmlerin, müziklerin seçimini kimler yapıyor? yirmi film varsa on altısı ömrümde işitmediğim filmler. vampirlerin şafağı tadında ya da bir gencin bekaretini nasıl kaybedeceği tadında ya da yer altında devasa armadillo konulu star tv gündüz kuşağı filmleri. türk sinemasından da en tercih edilenler gen, aşk geliyorum demez, kanalizasyon. hayır başka yapacak bir şey de olmayınca izliyorsun. kanalizasyonu bile izledim. rezillik.

-programların kendilerini update etmemesi dileğimi yazmıştım geçenlerde. bir dileğim daha var, teşekkürler..
lütfen film sektörü dvd'de kalsın. bluray falan çok yaygınlaşmadan hemen piyasadan kaldırılabilir mi?
hayır bir zaman sonra onca koleksiyonlar ne olacak bunun hesabını kim verecek? hepimiz vcd' leri -gerçi vcd'ler hiç filmmiş gibi değildi ama- hunharca gözden çıkarmadık mı? üzülüyorum.

nk ile tasarıma giriş 2; kitsch tasarım nedir? cevap: demirören avm.
daha önce minimalist tasarımın ne olduğundan şurada bahsetmiştim. şimdiki konumuz da bu oldu. zira yıllardır beklenen o devasa çukura sahip şantiye alanından çıka çıka bu çıktı.

-son olarak, faithless dağılmış dostlarım. acımız baya büyük. 

3/16/2011

delikanlı canını senin

0

i. tatlıses, malum olay gerçekleşmeden önceki gün başbakana mesaj atmış. delikanlı halinizi seviyoruz sizin diye. olayın herhangi bir boyutuna sosyal gönderme yapmayacağım dostlarım. sadece şöyle bir dünya düşünün; i. tatlıses, erdoğan' a sms yolluyor.. düşünebildiniz mi?

telefonları var birbirlerinde..
 neresinden baksam yabancılaşıyorum.

invention of lying

2

 yalan söylenemeyen bir dünya olsaydı pepsi için en doğru slogan bu olmaz mıydı gerçekten de?
 huzur evi
 bir yabancı ile sevişmek için en yakınınızdaki ucuz mekan
 bu homeless adeta benim ruhumu taşıyor. ben de evsiz olsaydım kartonumda bu yazardı: "neden ben?"
ortalama bir hayatı varmış kadıncağızın işte,süslenesi bir şey yok
buldukları ayrıntıları düz is more felsefesine yakın bulduğum; genel senaryosu ve sonu itibari ile hayal kırıklığı yaratan film.

geç gelen itiraf

6



alan ball sonunda itiraf etti: " yapımlarımda çağan ırmak esintisi var".
vampir kanı içen gençlerin seviştiği sahnenin, ıssız adam filmindeki aşk dolu sevişme sahnesi ile benzerlikler gösterdiğinin yakalanması üzerine sorulan sorulardan bir süre kaçan yapımcı; arkadaş arası bir sohbette samimi itiraflarda bulunmuş. hala bazen, ada ile alper' in ayrılmalarını kabullenemiyorum. tamam ada' nın avam bir yapısı olduğunu kabul ediyorum ama o adama gerçek aşkı göstermişti; dokunmanın gücü ile adamı maymuna çevirmişti. o sevişme sahnesinden o kadar etkilendim ki; işin içine biraz da amerikanlığımın verdiği özgürlüğü katarak meme ve çıplaklık gösterebilmemiz sayesinde ıssız adam' a gönderme niteliği taşıyan bir sahne çekmek istedim. çok da güzel çok da iyi oldu diye ekledi.
"bence o kız alper'dendi"
filmin sonunda hepimiz ada'nın çirkin saç tıraşı yüzünden asıl noktaya odaklanamadık ama bence cüzdanında gösterdiği küçük kız fotoğrafı aslında alper'den olma çocuğuna aitti, diye ekledi.

3/11/2011

hepsi beni dava etse ya, çok eğleniriz

2

derdimiz yaramız acılarımız farklı olabilir; gözyaşlarımızın tadı aynı.. diye duygusal ve ermiş bir giriş yapmak isterdim bilöğgh ama mümkün değil. başka bir insanla aynı ismi taşımak kadar beni tuhaf hissettiren az şey vardır. baya aynı isim lan. kimlik yani. kimimiz daha çıtırız, kimimiz bıyık konusunda ısrarcı, kimimiz gerçekten çirkin olduğunun farkında değil, kimimiz siyah beyaz el çenede resimle karizma peşinde, kimimiz çok üşüyor reis; hem de bu isimle. bir de isimdaşız. bir de üstüne ben yeteri ciddiyette bir mail adresine sahip olamayayım diye tüm ciddi mail adreslerini almayı kendine görev edinmiş pisler. sonra ben arada noktalar, alttan çizgilerle mücadele etmek zorunda kalmışım o da yetmemiş harf eksiltmek zorunda falan kalmışım. yo yo dostum, bu konuda çok doluyum.

17-seren serengil,herself

4


kendisi önüne gelen her şeyi ve herkesi küçük gören devasa bir meç yumağı gibi görünüyor gözüme. şimdi bir de evlilik programı sunuyor şirinlik muskası. işlevi ne bu kadının, sanatçı kızı olmaktan başka? şimdi mesela kendisi depresyona girse türkbükü'nde mütevazı bir otelin bir katını kapatıyor, insanlardan izole oluyor kafasını dinliyor; ama ben girsem ne oluyor? fulya'daki mütevazi evimde..oh my gosh..fulya deyince izole olasım bile kaçıyor.

3/10/2011

.

2

evimin tam karşısında yaşayan iki kız var. maalesef evlerimiz görmek istemesek da birbirimizi görmek zorunda olduğumuz yakınlıkta. ben bu iki kızın neler yaşadıklarını asla anlayamayacağım. misal, bu sabah uyandım. perdemi açtım bir ışık girsin içeri diye. kendilerinin beni şaşırtma yönünde rekorlarını kırdılar diyelim. saat 9.30 sularıydı ve bana bakan pencerenin önünde votka içiyorlardı. hani geceden kalmalık desem değil. dokuz buçuk nasıl bir gece sofrasının devamı olabilir? bildiğin sabah uyanmışlar ve diğer insanların aksine bir ayılma kahvesi değil, bayılma votkasını tercih ediyorlar. rus da değiliz ki anacığım nedir bu bohemlik?

3/05/2011

nurse jackie

2

 son zamanlarda en sevdiğim ikili; doctor o'hara ve nurse jackie. yalnızca iki sezonu ile gönlümde taht kurmayı başaran dizinin müthiş yetenekli iki kadını. diziden biraz bahsetmek gerekirse, nurse jackie yanında çalışanlarının onu azize olarak adlandırdıkları işine kendisini inanılmaz derecede adamış bir hemşiredir. ama gel gör ki kişisel olarak fazlasıyla kafayı kırmış bir ilaç bağımlısı. percocet'i kahvesine toz halde atıp, burundan vicodin çekecek kadar. işte bu noktada işin kara mizah yönündeki başarısını görüyoruz. dizinin bana göre en güzel yanı, tüm yan karakterlerin çok orijinal olması.
bir küçük not daha düşmek gerekirse, edie falco, nurse jackie rolüyle emmy komedi dalında en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı.


king's speech' te gördüğüm anda çocuk gibi zıplamama sebep olmuş mükemmel oyuncu eve best - gerçi çok daha büyük rollerde görmek şarttır kendisini- doctor o'hara rolüyle benim için olayı aşmış ve bitirmek üzere. her mimiğinin, her jestinin, ingiliz aksanının, tüm muzırlığının ve burnundan kıl aldırmazlığının ayrı ayrı hastasıyım.
kendisini şu dialogla daha belirgin olarak anlatmak isterim. (öğle yemeğini yine en yakın dostu jackie ile yemek istemektedir)
o'hara: yemeğe gidelim mi?
jackie: gelemem, işim var.
o'hara: benimle yemek yemekten daha önemli ne gibi bir işin olabilir?


3/04/2011

kim derdi müzik yüzünden yaşlanacağımı?

0

yaşlandım dostlarım.

müzik arşivimi düzenleyeceğim derken hayat ilerliyor. ben her şeyi kaçırıyorum. çünkü o sırada müzik arşivimi düzenliyor oluyorum.

zamanında orijinal albüm alırdım sonra gördüm ki olacak iş değil yani neresinden baksanız süt dolu küvetlerde ağzımda havyarlarla yaşamıyorum sürekli. tamam yedi milyar maaş + laptoplu bir işe girersem o günlere geri dönerim kesin de..   nerede kalmıştık? ömrüm boyunca yakamı bırakmayan sevilen şeylerin koleksiyonunu yapma takıntısı o zamanlar beni müzik albümleri yönüyle ele geçirmişti. bir yandan bir şeylerden feragat edip albüm alıyorsunuz bir yandan da orijinal albüme para mı verilir diyen trollerle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz. yani dvd tamam da albüme para vermek nedir abi diyenine bile rastladım.

velhasılkelam, bu hobimi dediğim iş koşullarına (hı hı) kadar erteledim ama bu sefer de karşıma düzen takıntım çıktı. hayır hayır tanrım. sadece düzen takıntısı olsa neyse. yerli yabancı ayırımı yapsam mı, kendi içinde listelenmiş dosyalar yapsam mı kararsızlıkları.. derken arkadaşlarımdan toplu halde müzik klasörleri almaktan korkar oldum. biliyordum ki o löp et olarak aldığım dosyalar benim için hep iş anlamına geliyordu. çünkü çoğu insan  radio head - idiotic şeklinde yanlış yazılmış bir şeyden rahatsızlık duymuyordu. albüm ismi olarak görünen www.big.az tadındaki web site isimleri kimseyi ırgalamıyordu.

bir sanatçıya ait albüm varsa eğer bilgisayarda, o sanatçının adı her şarkıda aynı yazılmış olmalıdır mesela. biri Parov Stelar iken diğeri Parov stelar olamaz. nazım şoray kanunları

ondan sonra albümler bütün halde mi dursun yoksa içinden sevmediğim şarkıları silsem mi ikilemi.. sonrasında ya bir gün gelir de diğerlerini de severim ümidiyle biriktirilmiş tonlarca şarkı enkazı..

sonrasında sevdiğim sanatçıları bir süre sonra eskisi kadar sevmeyince, onların ayıklanması. tek tek halde arkadaşların gönderdiği şarkılar. - evet evet hatır için silenemeyen şarkılar -  o fazla tek halleri ile nasıl bir konumda durmalarına karar veremediğim şarkılar.

daha önce de bahsetmiştim, bir şarkısını beğendiğim için tüm olarak indirilen grup diskografileri. sonrasında onların zaman içinde doğal seleksiyona uğraması. tabi bunların hepsi ayrı düzen işleri gerektiriyor.
o arşiv hiçbir zaman istediğin kıvama gelemeyecek, bunu birtakım zaman dilimlerinde kavrıyorsun yalnız sonrasında bir bakıyorsun ki yeni inmiş bir klasörü düzenlerken buluyorsun kendini. tıpkı hayatın kendisi gibi.
bu arada fark ettiniz mi bilmiyorum ama seda sayan son zamanlarda ömer çelakıl' a takmış durumda. doktorum da doktorum diye number 23 filmindeki zorlama çıkarımlara benzer, şifrelerini dinliyor çelakıl'ın gözlerini belerte belerte.
neyse, konumuz bu değil.

hayır öyle bir an geliyor gerçekten başardım bu sefer uzun süre böyledir bu dosya hacı diyip de i-tunes' a atıyorsunuz o şarkıları. sonra bir süre geçip de i-tunes içinde tıklanan şarkının yanında ünlem çıkması, kaynağı el yordamıyla bulmak ister misin beybi? diye sorması o programın son derece züppe haliyle. işte o an içim dağlanıyor. sana pabuç bırakmayacağım i-tunes diye tekrar sonsuz döngüye giriyorum.

siz bana bakmayın bilöğghseverler. kendi gamsız klasörlerinizle, mutlu mesut bir hayat yaşayın. lost in amsterdam falan dinleyin. beni de monica geller' a havale edin.



yo yo bana çözüm önerisi olarak bilgisayarda müzik arşivi yapmayıp grooveshark kullanmaktan falan bahsetmeyin. sanki çok özgür ve her şeye rahatlıkla ulaşılabilen bir ülkede yaşıyormuşuz gibi!

*tüm suçu adımın anlamının düzenleyen, derleyen olmasına atıyorum.

3/01/2011

bloguma dokunma

1


bu tip internet protestolarını basiretsiz bulurdum hep. yalnız bu son blogger yasağı gösteriyor ki; olayın ciddi anlamda boku çıkmaya başladı. madem bloglar bile izleniyor buradan da protesto edebiliriz o zaman.

farkında değiller ki bu durum yüzünden yasaklı sitelere girilemiyor değil; yalnızca insanlar başka düzenbazlıklar yapmak zorunda kalıyor. ben de buradan yetkililere, onları korkutabilecek bir sloganla seslenmek istiyorum; inşallah pipiniz düşer.