11/07/2011

gençsin sen, taş yesen öğütürsün


 selam bilöğgğgh,
-uzun  zamandır blog yazmak hiç bu kadar zor olmamıştı.

-çalışmaya başladığımı yazmıştım bir ara. ilk iş günü ilgili bir şeyler yazarım diye düşünen bilöğgğgh-severler olmuş ama o gün ve sonrasında "ben şuraya biraz uzansam mı ya belim ağrımış da?!" diye uzanıp ağzım yüzüm kaymış bir şekilde kaldığım çok olduğundan resmen bazal bir hayat çizgisinde yaşadım.

-bugüne kadar yaşadığım en extreme olay bana göre mermer fuarına gitmemdi. düşünün hayvani büyüklükte bir fuar ve sadece mermer üzerine. bu tip olaylar karşısında şaşırdığımda bazen ulan benim dünyam çok mu dar acaba her şeye şaşırıp duruyorum oluyorum. ama yok bence mermer fuarı denilen şey bir hayli çılgın. bir sürü insan, türlü çeşit firma ve ortak bir amaç var. MERMER. daha öncesinde yapı fuarına gitmişliğim de olmuştu o yine bir nebze diyorsun, yapı yani. daha genel bir şey. firmalar bir çok fuarda olduğu gibi burada da güzel kadınlardan faydalanmayı ihmal etmemiş.
neyse fuarda gezerken -bir yandan da hayatımda en önemli şey mermermiş gibi yaparken - liseden bir kaç dönem üstten uzaktan bir arkadaşla karşılaştık. sohbet muhabbet ortak tanıdıklardı o şunu yaptı bu bunu derken bir hoşluk oluştu. o da bir mermer firmasının müşteri temsilcisi olmuş. ve ortak noktamızı tahmin edersiniz ki MERMER. ikimiz de izmir' de başladığımız yola mermerle devam ediyoruz.
o gün fuara benim gitmem biraz sürpriz gelişti ve bu durum sonucunda -bir sürü saçma olasılık hesapları dahil- o arkadaşla karşılaştık.
bir yandan diyorum ulan dünya ne kadar küçük. öte yandan diyorum dünya sadece mermer üzerine hunharca fuar düzenleyecek kadar sonsuz ve büyük.

-hani birine enteresan bir olayı anlatırsın ama sen ne kadar coşkulu ve heyecanlı olsan da o aynı heyecanı seninle paylaşmaz ya. o insanlar anında orada can verebilirler mi?

-işe başlayalı bir ay oldu ki bir şantiyeye kontrolör mimar olarak görevlendirildim. marmaris' te bir hotel. başımda da proje koordinatörü bir mimar var. kendisi elli sekiz yaşında ve ölümüne dinç. yanında asla yoruldum diyemiyorum. ya da herhangi bir şeyden şikayetlenemiyorum çünkü konu bir şekilde dönüp dolaşıp benim gençliğime geliyor. belim ağrıdı. gençsin. yemek ağır geldi. gençsin taş yesen öğütmen lazım. sıcak su yoktu. gençsin, biz gençken buz gibi nehirde yıkanırdık. başım ağrıdı. gençsin, bizim gençken başımız yoktu....                boyutlarına varacak kadar hem de.
bence bunu hepimiz yaşıyoruz ve bu konuda bir şeyler yapmalıyız. bu tutuma en güzel cevabı teoman bir şarkısında verdi bence. (belki) yirmiyim ama ruhum bin yaşında?

-neyse ne diyordum, evet şantiye. şantiye resmen, niran ünsal' ın ciddi bir sanatçı olarak dinlendiği yer demek benim için. ya da apaçi müziğinin, nokia tune melodisi kadar doğal bir şey olarak karşılandığı yer.

-ne kadar zaman geçerse geçsin benden yirmi yaş büyük ustanın bana nazım bey demesine asla alışamayacağım sanırım. her seferinde, arkada başka biri var da ona diyorlar sanıyorum. ismimin de etkisi var  gibi sanki. mehmet bey ahmet bey daha bir uygun gibi. ama öte yanda da adı oral olan çocuk var misal. oral bey. bilemiyorum.

-yalnız oral bey de şantiyede ne taşak konusu olur ha.

-geçen pazar ofisten birinin nikahına gittim. benim için tabi ki çok darlayıcı bir şey. düğün nikah bunlar zaten kendi başlarına çok zor şeyler. bir de yeni tanıştığım birilerinin olunca, kendimi bir konumlandıramıyorum nereye aidim gerçekten orada olmalı mıyım düşüncesi çok daha zorlayıcı. neyse ofisten aynı hisleri paylaşan bir arkadaşla dedik ki, öncesinde bir şeyler içelim kafamız güzel olursa daha rahat atlatırız biz bu nikahı dedik. ondan sonra da nasıl bir kafa güzelliği ise artık, nikah sonunda ben patrona bizi eve bıraksın diye " bence boğanın orası şu an nasıl merak ediyorsunuz o yüzden oradan gitmek istersiniz eki eki" şeklinde cümleler kuruyordum. a a. neyin cesareti bu? bir de ben. çok kaynaşmadan ben bir insana böyle şeyler hayatta diyemem. ama patronla böyle konuşmalar falan. allah insanı şaşırtmasın.

-istanbul' da nikah, bugüne kadar istanbul' da yaşadığım en saçma konsept olabilir. 5-6 dakika falan sürecek nikah için süslenip gidiyorsun oralara. teey teey. çok plastik. en son kendimde olduğum noktada nikah memuru "aşk çok başka bir şey değil mi?" demez mi. ondan sonra ben de işte patrona bizi bıraksın diye boğanın orayı görmek istersiniz falan derken buldum kendimi.

-cepli kot pantolon mu daha büyük moda faciası yoksa penyeden yapılmış takım elbise ceketi(blazer) ilizyonu mu karar veremiyorum. ikisi de o kadar kötü ki. ama yine de penye ceket daha kötü sanırım.

-bizim köyde bana insanlar nazim diyor. çocukluğumdan beri. köyümüzün insanlarında bir amerikanlık olduğunu düşünüyorum zira onların alfabesinde I bir harf değil. yoksa neden nazim desinler ki? hani şey gibi mi desem, vardır ya türk insanının domates' e domat demesinin onun içten içe öz türkçe' ye benzetme eğilimi olduğu söylenir. e tamam domates' in sonundaki es' i kaldırınca büyük ünlü uyumuna uyuyor ama benim adımda böyle bir durum da yok.

-kurban bayramları benim için adeta kanayan bir yara. ne elimi sürerim ne de beş dakika önce kesilmiş hayvanı yemeyi içim kaldırır. ama aile büyükleri de ister ki böyle çok mutlu olayım hunharca et yiyeyim, koyunun ciğeriyle dans edeyim, kavurmasını fındık fıstık gibi ağzıma atayım. çocukluğumdan beri bu oluşuma hep mesafeli durduğum için biraz sindirilmiş durumdalar ama bu bayram dedem dayanamadı ve içindekileri bir bir açığa vurdu. önümüzdeki bayramlarda o aradan çekildiğinde babamla ben kesecekmişim kurbanı. ben de dedim yani dediğin şey havyar falan tatmak olsa, ne bileyim yetmiş beş yıllık şarabın yanında kaz ciğeri doğru kıvamında mı karar vermek olsa neyse de; beni hiç tanıyamamışsın dedim.

-sonra yine klasik muhabbet olacağını bildiğim için, ben de kimse konuşmasın diye yedim mangalları yedim mangalları.
sonra da akşam bir fena ol. tansiyonum çık. inanamadım. gerçekten tansiyon çıkması diye bir şey varmış. tansiyon elliden falan sonra olan bir şey değil miydi? benim taş yesem sindirmem gerekmiyor muydu? bir açıklama bekliyorum.

- bayramın birinci günü o ses türkiye' yi izliyorum. elenen insanlara çok üzülüyorum. istiyorum ki herkes kalsın oooo şarkılar türküler dostluk kardeşlik kazansın, gülelim eğlenelim. içimde alman soğukluğu ile adile naşit sevecenliğini bir arada bulundurmam da böyle bir şey. boşa koysan dolmuyor, doluya koysan almıyor. ( aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık kadar handikaplı bir kalıp). neyse, bu yarışmanın jüri üyeleri hakkında diyebilecek hiçbir sözüm yok. çok da iyi sesler geliyor ve sonunda hülya avşar' ı seçiyor mesela. hülya avşar bugüne kadar sesi ile neyi başarmıştır ki? ya da hülya avşar' ın güzel ve zeki bir kadın olmaktan öte başarısı nedir?

-bir gün öğle yemeğinde, müzikle ilgilenen bir arkadaşa patron sen o ses türkiye' ye katılsan ya dedi ve beraber erör verdik. kendisi kabaca deneysel, saykedelik falan diyebileceğim bir şeyler icra ediyor. oraya çıkıp gül döktüm yollarına trip-hop mu yorumlayacak? bambaşka kafalar.

-bugün tanımadığım bir çocuk kapıyı çaldı. açtım. uzunca süre bakıştık. kime baktınız? dedim. bayram dedi. bir dakika diyip şeker getirdim. bir tane aldı. sonra bakmaya devam etti. boş baktım. bayram harçlığı yok mu? dedi. annemler evde yok (küçül de cebime gir) dedim. çocuğun gevşekliği karşısında adeta mavi ekran verdim. ama sonra, annemler evde yok bahanesinden utandım bir süre kendi halimde.

-bu bayram da, evlenmeyecek misin? konulu konuşmayı yaşadığıma göre, önümüze bakabiliriz.

sevgiler.

2 confession:

Cansu | 8 Kasım 2011 14:53

"gençsin, bizim gençken başımız yoktu...." ömrümün sonuna kadar gülücem

nk | 8 Kasım 2011 22:23

gençsiniz siz bizim gençken blogumuz bile yoktu, üniversiteden gelen abilerimiz gelse de onların dergilerinden okusak diye can atardık.